Mehmet Sönercan Yazdı: Akıl, Kalp ve İman: Sözün Ötesinde Bir İspat Arayışı

Gündem 17.11.2025 - 10:36, Güncelleme: 17.11.2025 - 10:36
 

Mehmet Sönercan Yazdı: Akıl, Kalp ve İman: Sözün Ötesinde Bir İspat Arayışı

İnsan, hayatının hemen her döneminde bir iddia sahibidir. “Ben iyi biriyim” der, “Çalışkanım” der, “Ahlaklıyım” der. Bu iddiaların her biri, bir gün mutlaka bir sınava tabi tutulur. Fakat bütün iddialar içinde öyle bir tanesi vardır ki; en ağır, en derin ve en bağlayıcı olanı odur:
“Ben iman ediyorum.” Bu cümle, sadece metafizik bir kabul değil; insanın hayatını nasıl yaşayacağını belirleyen bir yön, bir ağırlık ve bir sorumluluktur. Bu yüzden, inanç iddiasında bulunan insan, farkında olsa da olmasa da kendisini bir ispat yükümlülüğünün içine sokmuş olur. Zira ispatlanmayan bir iman, sahibinin dilinde asılı kalan bir gölge sözü andırır; fakat davranışla doğrulanan iman, sarsılmaz bir kimliğe dönüşür. Batı’nın Arayışı: Akıl, Ahlak ve Varoluşun Eşiği Batı düşüncesi, iman meselesini çoğu kez akıl terazisinde tartmıştır. Thomas Aquinas, Tanrı’nın varlığına akıl yoluyla ulaşılabileceğini savunurken Beş Yol delilini ortaya koyar. Ona göre iman, aklın ortaya koyduğu güçlü bir zeminde yükseldiğinde sağlamlaşır. Aydınlanma sonrası Immanuel Kant, aklın sınırlarını keşfeder ve şöyle der: “Tanrı’nın varlığı teorik olarak ispatlanamaz; fakat ahlakın kurulabilmesi için O’nu varsaymak zorundayız.” Bu, aslında Batı’da imanın mantıktan çok ahlaki zorunluluğa yaslandığı bir eşiktir. Søren Kierkegaard ise daha derine, insanın varoluşuna iner: “İman, mantığın bittiği noktada insanın cesaretle attığı bir sıçramadır.” Ona göre iman, hesaplanmış bir akıl yürütme değil, bireyin bütün varlığını riske attığı bir karardır. Batı’da ispat çoğu zaman aklın tutarlılığında, bazen de bireyin cesaretinde aranmıştır. Akıl-Kalp Birliği ve Amelle Gelen Işık İslam düşüncesi ise imanı sadece akla veya sadece kalbe hapsetmez; ikisini birleştirerek daha bütüncül bir yol çizer. Akıl, evrenin dilini çözer. Kalp ise o dili anlamlandırır. Gazzâlî, “Aklın görevi hakikate götürmektir; kalbin görevi ise hakikati tatmaktır” der. Ona göre iman, önce bilgiyle başlar, sonra kalpte tasdike dönüşür, en sonunda da davranışta görünür hâle gelir. İbn Arabî, imanı “hâl ilmi” olarak tanımlar: “Bilgi, amel ile tamamlanır; amelsiz bilgi bir perde olur.” Bu söz, bizim medeniyetimizin ispat anlayışını özetler: İman görünür olmak ister. Görünürlük ise yaşamla olur. Mevlânâ, akıl-kalp dengesini en güzel sözlerinden biriyle anlatır: “Akıl kandil gibidir ama ışığını kalpten alır.” Yani akıl yön gösterir, fakat yürüyen kalptir. Kalp yürüdükçe insanın davranışı değişir, davranışı değiştikçe imanı görünür hâle gelir. Bediüzzaman Said Nursî, imanın ispatını hayatın içindeki ahlaki tavırda görür: “İman hem nurdur, hem kuvvettir.” Nur, yani aydınlatır; kuvvet, yani değiştirir. Eğer iman insanı değiştirmiyorsa, o ışık hâlâ kalbin dışında bir yerlerde dolaşıyor demektir. Ahmet Amca’nın Terazisi: İmanın Hayattaki Ağırlığı Bir kasabada yaşayan, “Dürüst Ahmet Amca” diye bilinen bir bakkal vardı. Tartısının bozulduğu görülmemiş, eksik gramı bulunmamıştı. Bir gün gençlerden biri, merakla sordu: — Amca, bu kadar dikkatli olmana sebep ne? Ahmet Amca gülümsedi: — Evladım, bu terazi sadece unu şekeri tartmaz. Önce benim imanımı tartar. Bu söz sadece kasabanın kulağına değil, kalbine kazındı. Çünkü Ahmet Amca’nın dükkânında hiçbir müşteri alışveriş yaparken tereddüt etmezdi. Çünkü herkes bilirdi ki Ahmet Amca’nın terazisinin kefesi önce amacını değil, karakterini tartardı. İşte bizim medeniyetimizde iman ispati böyle yapılır: İman, terazide belli olur; hesapta belli olur; komşulukta, ahlâkta, merhamette belli olur. Akıl Kapıya Kadar Getirir, Kalp İçeri Alır Aquinas, Kant ve Kierkegaard’ın tartışmalarına bakınca görülür ki Batı’nın iman Arayışı çoğunlukla aklın sınırlarıyla yürümüştür. Buna karşılık İslam medeniyeti, aklı hakikate giden bir yol, kalbi hakikatin bulunduğu iç mekân olarak görür. Gazzâlî aklı “rehber”, kalbi “şahit” olarak tanımlar. İbn Arabî kalbi “hakikatin aynası” olarak niteler. Bediüzzaman kalbi “imanın mahalli”, Mevlânâ ise kalbi “Hakk’ın nefes aldığı oda” olarak anlatır. Bu büyüklerin ortak noktası şudur: İman ancak aklın aydınlattığı, kalbin tasdik ettiği ve davranışın doğruladığı bir bütünlükte gerçek olur. İman, Dönüştürmeyen Bir Söz Olamaz İster Batı felsefesine bakın ister bizim medeniyetimize… Ortak bir hakikat vardır: İman, insanı değiştirmiyorsa eksiktir. Kant’ın ahlakı, Kierkegaard’ın cesareti, Aquinas’ın akli delilleri… Hepsi aslında şunu arıyor: “İman insanın eylemine nasıl yansır?” Kur’an ise bunu çok net söyler: “İman edip salih amel işleyenler…” Ayet, inancı eylemle yan yana koyar; çünkü eylemsiz iman, gölgesiz bir ışık gibidir: Var gibi görünür ama ısıtmaz, aydınlatmaz.  Sözün Ötesine Geçme Daveti “Ben iman ediyorum” demek kolaydır. Zor olan, bu sözün ağırlığını taşımaktır. Batı, imanı akılla açıklamaya çalıştı; biz akıl ve kalbi birlikte yürüttük. Batı mantıksal tutarlılık ve bireysel cesaret peşinde koştu; biz imanımızın ispatını günlük hayatın içinde, davranışta, ahlakta, takvada aradık. Bugün de aynı çağrı geçerlidir: İman, sözde değil; hayatta görünür olduğunda gerçektir. Hepimiz, hâlâ ve her gün Ahmet Amca’nın terazisinde tartılıyoruz. Ve o terazi, dille söylenen “inanıyorum” cümlesiyle değil, hayatla verilen “iman ediyorum” cevabıyla dengeye geliyor. Rabbimiz, Bize, söylediğimiz sözün ağırlığını taşıyacak bir iman nasip eyle. Dilimizi doğrulukla, kalbimizi teslimiyetle, aklımızı hikmetle donat. Bizleri, imanı sadece bir cümle değil, bir hayat hâline getiren kullarından eyle. Terazisi bozulmayan Ahmet Amca gibi, ameliyle şahitlik edenlerden eyle. Ve özellikle gençlerimizi… Bu hızlı çağın savruntuları arasında yönlerini kaybetmesinler diye onların kalplerine sebat, zihinlerine berraklık, yolculuklarına istikamet ver. Onlara, hakikati ararken yorulmayan bir merak, imanı yaşarken eksilmeyen bir cesaret, karar verirken şaşmayan bir vicdan lütfet. Rabbimiz, Bizi ve gençlerimizi, aklıyla düşünen, kalbiyle hisseden, ahlakıyla imanı ispat eden bir ümmet eyle. Âmin.
İnsan, hayatının hemen her döneminde bir iddia sahibidir. “Ben iyi biriyim” der, “Çalışkanım” der, “Ahlaklıyım” der. Bu iddiaların her biri, bir gün mutlaka bir sınava tabi tutulur. Fakat bütün iddialar içinde öyle bir tanesi vardır ki; en ağır, en derin ve en bağlayıcı olanı odur:

“Ben iman ediyorum.”

Bu cümle, sadece metafizik bir kabul değil; insanın hayatını nasıl yaşayacağını belirleyen bir yön, bir ağırlık ve bir sorumluluktur. Bu yüzden, inanç iddiasında bulunan insan, farkında olsa da olmasa da kendisini bir ispat yükümlülüğünün içine sokmuş olur. Zira ispatlanmayan bir iman, sahibinin dilinde asılı kalan bir gölge sözü andırır; fakat davranışla doğrulanan iman, sarsılmaz bir kimliğe dönüşür.

Batı’nın Arayışı: Akıl, Ahlak ve Varoluşun Eşiği

Batı düşüncesi, iman meselesini çoğu kez akıl terazisinde tartmıştır.
Thomas Aquinas, Tanrı’nın varlığına akıl yoluyla ulaşılabileceğini savunurken Beş Yol delilini ortaya koyar. Ona göre iman, aklın ortaya koyduğu güçlü bir zeminde yükseldiğinde sağlamlaşır.

Aydınlanma sonrası Immanuel Kant, aklın sınırlarını keşfeder ve şöyle der:
“Tanrı’nın varlığı teorik olarak ispatlanamaz; fakat ahlakın kurulabilmesi için O’nu varsaymak zorundayız.”
Bu, aslında Batı’da imanın mantıktan çok ahlaki zorunluluğa yaslandığı bir eşiktir.

Søren Kierkegaard ise daha derine, insanın varoluşuna iner:
“İman, mantığın bittiği noktada insanın cesaretle attığı bir sıçramadır.”
Ona göre iman, hesaplanmış bir akıl yürütme değil, bireyin bütün varlığını riske attığı bir karardır.
Batı’da ispat çoğu zaman aklın tutarlılığında, bazen de bireyin cesaretinde aranmıştır.

Akıl-Kalp Birliği ve Amelle Gelen Işık

İslam düşüncesi ise imanı sadece akla veya sadece kalbe hapsetmez; ikisini birleştirerek daha bütüncül bir yol çizer.
Akıl, evrenin dilini çözer. Kalp ise o dili anlamlandırır.

Gazzâlî, “Aklın görevi hakikate götürmektir; kalbin görevi ise hakikati tatmaktır” der.
Ona göre iman, önce bilgiyle başlar, sonra kalpte tasdike dönüşür, en sonunda da davranışta görünür hâle gelir.

İbn Arabî, imanı “hâl ilmi” olarak tanımlar:
“Bilgi, amel ile tamamlanır; amelsiz bilgi bir perde olur.”
Bu söz, bizim medeniyetimizin ispat anlayışını özetler:
İman görünür olmak ister. Görünürlük ise yaşamla olur.

Mevlânâ, akıl-kalp dengesini en güzel sözlerinden biriyle anlatır:
“Akıl kandil gibidir ama ışığını kalpten alır.”
Yani akıl yön gösterir, fakat yürüyen kalptir. Kalp yürüdükçe insanın davranışı değişir, davranışı değiştikçe imanı görünür hâle gelir.

Bediüzzaman Said Nursî, imanın ispatını hayatın içindeki ahlaki tavırda görür:
“İman hem nurdur, hem kuvvettir.”
Nur, yani aydınlatır; kuvvet, yani değiştirir. Eğer iman insanı değiştirmiyorsa, o ışık hâlâ kalbin dışında bir yerlerde dolaşıyor demektir.

Ahmet Amca’nın Terazisi: İmanın Hayattaki Ağırlığı

Bir kasabada yaşayan, “Dürüst Ahmet Amca” diye bilinen bir bakkal vardı. Tartısının bozulduğu görülmemiş, eksik gramı bulunmamıştı. Bir gün gençlerden biri, merakla sordu:

— Amca, bu kadar dikkatli olmana sebep ne?
Ahmet Amca gülümsedi:
— Evladım, bu terazi sadece unu şekeri tartmaz.
Önce benim imanımı tartar.

Bu söz sadece kasabanın kulağına değil, kalbine kazındı. Çünkü Ahmet Amca’nın dükkânında hiçbir müşteri alışveriş yaparken tereddüt etmezdi. Çünkü herkes bilirdi ki Ahmet Amca’nın terazisinin kefesi önce amacını değil, karakterini tartardı.

İşte bizim medeniyetimizde iman ispati böyle yapılır:
İman, terazide belli olur; hesapta belli olur; komşulukta, ahlâkta, merhamette belli olur.

Akıl Kapıya Kadar Getirir, Kalp İçeri Alır

Aquinas, Kant ve Kierkegaard’ın tartışmalarına bakınca görülür ki Batı’nın iman Arayışı çoğunlukla aklın sınırlarıyla yürümüştür.
Buna karşılık İslam medeniyeti, aklı hakikate giden bir yol, kalbi hakikatin bulunduğu iç mekân olarak görür.

Gazzâlî aklı “rehber”, kalbi “şahit” olarak tanımlar.
İbn Arabî kalbi “hakikatin aynası” olarak niteler.
Bediüzzaman kalbi “imanın mahalli”,
Mevlânâ ise kalbi “Hakk’ın nefes aldığı oda” olarak anlatır.

Bu büyüklerin ortak noktası şudur:
İman ancak aklın aydınlattığı, kalbin tasdik ettiği ve davranışın doğruladığı bir bütünlükte gerçek olur.

İman, Dönüştürmeyen Bir Söz Olamaz

İster Batı felsefesine bakın ister bizim medeniyetimize…
Ortak bir hakikat vardır:

İman, insanı değiştirmiyorsa eksiktir.

Kant’ın ahlakı, Kierkegaard’ın cesareti, Aquinas’ın akli delilleri…
Hepsi aslında şunu arıyor:
“İman insanın eylemine nasıl yansır?”

Kur’an ise bunu çok net söyler:
“İman edip salih amel işleyenler…”
Ayet, inancı eylemle yan yana koyar; çünkü eylemsiz iman, gölgesiz bir ışık gibidir: Var gibi görünür ama ısıtmaz, aydınlatmaz.

 Sözün Ötesine Geçme Daveti

“Ben iman ediyorum” demek kolaydır.
Zor olan, bu sözün ağırlığını taşımaktır.

Batı, imanı akılla açıklamaya çalıştı; biz akıl ve kalbi birlikte yürüttük.
Batı mantıksal tutarlılık ve bireysel cesaret peşinde koştu; biz imanımızın ispatını günlük hayatın içinde, davranışta, ahlakta, takvada aradık.

Bugün de aynı çağrı geçerlidir:
İman, sözde değil; hayatta görünür olduğunda gerçektir.

Hepimiz, hâlâ ve her gün Ahmet Amca’nın terazisinde tartılıyoruz.
Ve o terazi, dille söylenen “inanıyorum” cümlesiyle değil,
hayatla verilen “iman ediyorum” cevabıyla dengeye geliyor.

Rabbimiz,
Bize, söylediğimiz sözün ağırlığını taşıyacak bir iman nasip eyle.
Dilimizi doğrulukla, kalbimizi teslimiyetle, aklımızı hikmetle donat.

Bizleri, imanı sadece bir cümle değil, bir hayat hâline getiren kullarından eyle.
Terazisi bozulmayan Ahmet Amca gibi, ameliyle şahitlik edenlerden eyle.

Ve özellikle gençlerimizi…
Bu hızlı çağın savruntuları arasında yönlerini kaybetmesinler diye
onların kalplerine sebat, zihinlerine berraklık, yolculuklarına istikamet ver.

Onlara,
hakikati ararken yorulmayan bir merak,
imanı yaşarken eksilmeyen bir cesaret,
karar verirken şaşmayan bir vicdan lütfet.

Rabbimiz,
Bizi ve gençlerimizi, aklıyla düşünen, kalbiyle hisseden,
ahlakıyla imanı ispat eden bir ümmet eyle. Âmin.

Habere ifade bırak !
Habere ait etiket tanımlanmamış.
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yankigazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.