Sabah uyanır uyanmaz elimizi telefona uzatıyoruz. Daha kahvemizi içmeden, sosyal medyada kim ne yapmış diye bakıyoruz. Birinin tatilde deniz kenarında kahvaltı yaptığını, diğerinin yeni arabasını paylaştığını, bir başkasının da “hayatının en güzel gününü” yaşadığını görüyoruz. Görünen o ki herkesin hayatı kusursuz. Ama bu görüntülerin bizde bıraktığı his, genellikle aynı: “Benim hayatım neden böyle değil?”
Sosyal medya, farkında olmadan bizi sürekli bir kıyasın içine çekiyor. Her gün başkalarının başarılarını, mutluluklarını, özel anlarını görüyoruz. Oysa gördüklerimiz çoğu zaman bir bütünün yalnızca süslenmiş bir parçası. Filtrelerle, iyi açıyla, seçilmiş kelimelerle oluşturulmuş kareler… Fakat zihin bu ayrımı kolay kolay yapamıyor. “Onun hayatı daha güzel, benimki neden değil?” sorusu, içten içe benlik saygımızı aşındırıyor.
Tüketim kültürü artık sadece eşyaları değil, duyguları da tükettiriyor. Mutluluk, sanki satın alınabilen bir şeymiş gibi sunuluyor. Yeni telefon, marka kıyafet, şık mekan… Hepsi birer “başarı” göstergesine dönüşüyor. Oysa gerçek yaşamın değeri, sahip olduklarımızda değil, deneyimlediklerimizde gizli.
Geçtiğimiz aylarda yapılan bir araştırma, özellikle gençler arasında bu durumun ne kadar yaygınlaştığını gösteriyor. Katılımcıların yarısından fazlası, sosyal medyada gördükleri paylaşımların onları “yetersiz” hissettirdiğini söylüyor. Bu da kıyasın sadece bireysel değil, toplumsal bir meseleye dönüştüğünü gösteriyor. İnsanlar artık kendi yaşamını değil, başkalarının yaşamını ölçü olarak alıyor.
Belki de yapmamız gereken, bir süre durmak. Ekrandan biraz uzaklaşıp kendi hayatımıza yeniden bakmak. Çünkü hiçbir filtre, gerçek bir gülümsemenin yerini tutamaz. Herkesin hayatı farklı bir ritimde ilerliyor; başkalarının hızına yetişmeye çalışmak sadece yorgunluk yaratıyor.
Kıyasladıkça eksik hissediyoruz, kıyaslamadıkça özgürleşiyoruz. Belki de en büyük lüks, artık “başkası gibi olmaya çalışmamak”tır.