Son zamanlarda dikkat ediyorum; toplum olarak ne yaşarsak “devlet yapsın”, “devlet çözsün”, “devlet engellesin” diyoruz. Oysa devlet dediğimiz şey, biziz. Her biri kendi evinde, işinde, sokağında sorumluluk almaktan kaçan milyonların toplamıyız.
Evet, elbette devletin eksik kaldığı, yetersiz olduğu, gözden kaçırdığı noktalar var. Ama çocuklarımızın terbiyesiz davranışlarından, gençlerin duyarsızlığından, toplumun yozlaşmasından yalnızca devleti sorumlu tutmak; hem kolaycılık, hem de kendi payımıza düşen sorumluluğu görmezden gelmek anlamına geliyor. Bir çocuğun nasıl biri olacağına devlet değil, anne-baba tutumu karar verir.Bir gencin vicdanını, ahlakını, duyarlılığını kanun değil, evde gördüğü örnekler şekillendirir.
Modern toplumlarda bireyselleşme arttıkça “ortak değer” duygusu zayıflıyor. Artık kimse “benim davranışım topluma ne katar” diye düşünmüyor. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın” anlayışı, neredeyse bir yaşam felsefesi haline geldi.Bu da bizi, duyarsız, bencil, tepkisiz bir topluma dönüştürüyor.
Boykot ürünlerinden şikayet ediyoruz ama markette gidip o ürünü alıyoruz. Çünkü “herkes alıyor” diyoruz. İçimizdeki “bireysel sorumluluk bilinci” neredeyse tamamen kaybolmuş durumda.
İnsanın en temel savunma mekanizmalarından biri “dışsallaştırma” yani suçu dış faktörlere atmak. Böylece suçluluk hissetmeyiz, vicdanımızı sustururuz. Bu da bireysel olgunlaşmayı engeller. Çünkü insan, “Benim payım ne?” sorusunu sormadığı sürece değişmez. Duyarsızlığın kökeninde de sürekli başkasını suçlamak ama kendine hiç dönmemek yatar. Oysa her birey, kendi davranışıyla bir toplumu ya diriltir ya da çürütür. “Benim elimde ne var ki?” deriz ama aslında elimizde çok şey vardır. Bir alışveriş tercihi, bir çocuk yetiştirme biçimi, bir değer aktarımı, bir vicdan sesini duyma gibi fayda sağlayacak bireysel tercihlerimiz vardır.
Sürekli “devlet” diyerek kendimizi temize çekiyoruz. Bu, kolektif bir kaçıştır. Psikolojik olarak olgunlaşmamış toplumlarda sıkça görülür. Herkes anne-baba rolündeki bir “otorite”den çözüm bekler. Ama olgun birey, önce kendi alanını düzenler.
Bugün saygısız yetişen çocuklar, aslında saygıyı önemsemeyen ebeveynlerin ürünüdür. Ahlaki değerlerin yerini “işime geliyorsa doğrudur” anlayışı aldı. Yasalar yetersiz kaldığında bu boşluğu dolduracak olan tek şey, vicdandır.Fakat vicdanlarımızı da susturduk artık “herkes yapıyor” bahanesine sığındık. Sonuçta toplum yavaş yavaş çürüyor; önce ahlakta, sonra ilişkilerde, sonra vicdanda.
Dünyada gelişmiş ülkelerdeki ahlak ve terbiye örneklerine bakacak olursak;
Japonya:
Japon kültüründe “gaman” diye bir kavram vardır. Dayanılmaz görünen şeylere sabır ve onurla katlanmak, sabır, hoşgörü ve sebat ile sosyal bağları korumak anlamına gelen bir terimdir.
Japonya’da bir çocuk, daha küçük yaşta “ülkeme zarar veren bir şeyi almam” bilinciyle yetişir. Çocuklara okul öncesinden itibaren “kendi çevrenden sorumlusun” bilinci verilir. Öğrenciler okulda temizlik yapar, çöplerini toplar. Bu bir ceza değil, saygı eğitimidir. Çünkü bilirler ki toplum, ancak ben temiz olursam, temiz kalır.
Japonya’da biri yere çöp atsa, utanır. Bu yaptığı sadece kir değil; ülkesinin onuruna gölge düşürmektir.
Güney Kore:
Güney Kore’de başarıya ve mutluluğa ulaşmalarında kullandıkları “nunchi”, toplumsal farkındalık, başkalarının ruh hallerini dinleme ve ölçme incelikli sanatını ve yeteneğini ifade eden bir Kore kavramıdır. Japonya ve Kore’de ki bu iki kavram, o toplumların temeline yerleşmiştir. Çünkü birey bilir ki, kendi disiplini aslında toplumsal düzenin temelidir.
Her birey, yaptığı işin kalitesini ülkesine duyduğu saygının göstergesi olarak görür. Disiplin, onların yaşam felsefesidir. Bir iş yapıyorsan en iyisini yapmalısın çünkü işini kötü yapmak, topluma saygısızlıktır.
Güney Kore’de öğrenciler okuldan sonra sınıfı kendileri temizler.
Japonya’da ya da Güney Kore’de toplumun en küçük ferdi, ülkesine katkı sağlamayı bir görev değil, bir onur olarak görüyor.
Almanya:
Çocuklar erken yaşta “sorumluluk alma” bilinciyle yetiştirilir. Bir şeyi kırarsa “özür dilerim” değil, “nasıl tamir ederim?” der. Ahlak anlayışları cezadan değil, içselleştirilmiş vicdandan beslenir.
Norveç:
Ebeveynler, çocuklarına “ülkesine faydalı olmayı” bir ideoloji olarak değil, bir yaşam biçimi olarak öğretir.Doğaya zarar vermemek, vergi ödemek, dürüst olmak. Bunlar “görev” değil, ahlaki sorumluluk olarak görülür.
Hollanda:
Aile içinde iletişim çok açık ve karşılıklı saygıya dayalıdır.
Bir çocuk fikrini söyleyebilir ama aynı zamanda karşısındakini dinlemeyi öğrenir.
Saygı, korkudan değil, sevgiden doğar.
Türkiye:
Bizim toplumumuzun en güzel yanı şefkatidir ama eksik yanı, sınır koymayı, sorumluluk öğretmeyi becerememesidir.
Toplumsal sorumluluk rafa kaldırılıyor, herkes herşeyi başkasından bekliyor.
Devlet yapsın, öğretmen öğretsin, okul eğitsin, yasalar düzeltsin. Kimse kendi çocuğuna, “Bak oğlum, bu ürün Filistin’deki bir çocuğun canını yakıyor” “Büyüklere saygılı davranmalısın” “Toplum düzenine aykırı davranışlar yapmamalısın” gibi şeyler demiyor. Edep ahlak kültür öğretmek başkasının vazifesiymiş gibi görüyor ya da gerek görmüyor.
Çocuğu sevmek demek, her istediğini yapmak değil; ona vicdan, sorumluluk ve saygı kazandırmaktır. Ahlak, yalnızca din’le değil, davranışla yaşatılır. Ebeveyn örnek olmazsa, yasa ne kadar katı olursa olsun ahlaksızlığın önüne geçilemez.
Bugün Japonya sokaklarında kimse yere çöp atmıyorsa, bu devlet korkusundan değil; birey bilincinden. Bizde ise hâlâ “temizlik görevlisi toplasın” anlayışı hâkim.
Bir ülke, vatandaşlarının yansımasıdır.
Dolayısıyla sorumluluk yalnızca devletin değil, hepimizin omzundadır.
O yüzden diyorum ki;
Her şeyi devletten beklemeyip önce kendi kapının önünü süpür. Çünkü bir milletin yeniden dirilişi, her bir bireyin kendi evinden başlar. Disiplin dediğimiz şey, dıştan dayatılan bir zorunluluk değil; içten gelen bir sorumluluk bilincidir. Bizim en çok kaybettiğimiz şey; her şeyi devletten bekleyerek, toplum olarak kendi yetişkinliğimizden vazgeçmemizdir.
Toplumsal olgunluk, bireysel farkındalıkla başlar.Çocuğuna değer öğreten bir anne, vicdanlı bir tüketici, dürüst bir esnaf, empatik bir öğretmen olabilmek önemli. Toplumun çürümesi, sadece yukarıdan değil, aşağıdan evin içinden, sofradan, aile ilişkilerinden başlar.
Unutmayalım! Bir toplum, ancak bireyleri kadar ahlaklıdır.