Cumhuriyet, yalnızca bir yönetim biçimi değil; insanın iradesine, adalete ve hürriyete dayalı bir varlık idrakidir. Bu kavram, Batı’nın seküler tanımlarından çok önce, İslam’ın kalbinde “şûra”, “adalet” ve “emanet” düsturlarıyla vücut bulmuştu. Hz. Ebû Bekir’in ümmetin rızasıyla halife seçilmesi, Hz. Ömer’in her kararı istişareyle alması, Hz. Ali’nin adalet uğruna hakkından dahi feragat edebilmesi — hepsi, hakiki anlamda bir “cumhuriyet ruhu”nun, yani halk iradesiyle yoğrulmuş bir dindar adalet anlayışının örnekleridir.
İşte bu tarihi miras, 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla yeniden ete kemiğe büründü. Millet, kendi kaderinin sahibi oldu. Ancak çoğu zaman unutulan bir hakikat vardır: 1924 Anayasası’nın 2. maddesinde “Devletin dini İslam’dır.” hükmü yer alır. Yani kurucu ruh, Cumhuriyet’i dinin dışına değil, adaletin ve ahlakın merkezine yerleştirmiştir. Bu ifade, yeni devletin kimliğini belirleyen bir vicdan beyanıydı; dinle devletin çatışmadığı, bilakis birbirini tamamladığı bir anlayışın iziydi.
Ne var ki zamanla “cumhuriyet” kelimesi, manasından sıyrılıp yalnızca bir şekil haline geldi; kökleriyle bağı zayıflatıldı. Oysa hakiki cumhuriyet, vicdanı susturmaz; adaleti merkeze alır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle Hulefa-yı Raşidîn dönemi, “manasız bir isim değil, hakikat-i adalet ve hürriyet-i şer’iyyeyi taşıyan dindar cumhuriyetin” en parlak örneğidir.
Bugün Cumhuriyet Bayramı’nı kutlamak, sadece bir tarih sayfasını anmak değildir; özüne dönmeyi, adaletle yoğrulmuş bir hürriyet anlayışını yeniden inşa etmeyi hatırlamaktır. Çünkü milletin iradesiyle Allah’ın adaleti aynı çizgide buluştuğunda, o yönetim sadece “cumhuriyet” değil, dindar cumhuriyet olur — yani adaletin, hürriyetin ve imanın aynı potada yoğrulduğu en yüce insanlık idealidir.
"Hulefa-yı Raşidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler." (RNK)
Bu ifadede anlatılmak istenen şudur:
Hulefa-yı Raşidîn — yani Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (r.a.) — sadece dini liderler değil, aynı zamanda İslam toplumunun siyasî önderleri, yani bir anlamda “reis-i cumhur” (cumhurbaşkanı) idiler. Ancak bu “cumhuriyet” kavramı, günümüzdeki şekilsel veya isimsel anlamda değil; adalet, meşveret (istişare) ve hürriyet esaslarına dayanan, dini temelli bir yönetim anlayışını ifade eder. Hz. Ebû Bekir’in halifeliği, Ashab-ı Kiram’ın rızasına, yani halkın iradesine dayanıyordu; dolayısıyla o, ümmetin seçimiyle başa gelen bir “reis-i cumhur” (cumhurbaşkanı) hükmündeydi. Burada Bediüzzaman, İslam’ın özünde bulunan istişare ve adalet prensiplerinin, hakiki manada bir “dindar cumhuriyet”in temelini oluşturduğunu vurguluyor. Yani Hulefa-yı Raşidîn devri, adaletin, şûranın ve özgürlüğün (hürriyet-i şer’iyye) en yüksek düzeyde yaşandığı bir yönetim dönemidir; şekil değil, öz itibarıyla en ideal cumhuriyet modelini temsil eder.
Bugün, dindar bir cumhuriyet fikrini yeniden hatırlamak; tarihi bir kavramı değil, aslında bir vicdanı diriltmektir. Zira cumhuriyet, sadece sandıkta değil, kalpte başlar; adaletle, ahlakla ve şûrayla yaşarsa anlam bulur. Ruhunu kaybetmiş bir sistem, ne kadar parlak görünürse görünsün, halkın değil, heva ve heveslerin cumhuriyetidir. Oysa biz, adaleti Rahmâni, hürriyeti şer’î, iradeyi milletin kalbinden alan bir anlayışın mirasçılarıyız. İşte o zaman, hem geçmişin nuruna, hem geleceğin umuduna sahip oluruz. Çünkü dindar bir cumhuriyet, insanı yalnız vatandaş değil, emaneti taşıyan bir kul olarak görür — ve işte bu, en yüksek medeniyet seviyesidir.