Tarihte bazı duvarlar sadece taşlardan, tellerden, betondan yapılmaz; korkudan, ideolojiden, güvensizlikten ve insanın kendi vicdanına vurduğu zincirlerden örülür. 1961’de Berlin’in kalbine çekilen o duvar, yalnızca fiziksel bir sınır değildi; insanlığın yüzüne dikilmiş koca bir utanç anıtıydı. Bu duvar, sadece şehirleri değil, kalpleri ve hayalleri de ikiye böldü.
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra dünya iki kutba ayrıldı ve Almanya bu bölünmenin laboratuvarı haline geldi. Doğu, Sovyet ideolojisinin sert disiplinine mahkûm edilmişti; Batı ise özgürlük, refah ve bireysel hakların cazibesiyle parlıyordu. Daha iyi bir hayat umuduyla her yıl yüzbinlerce insan Batı’ya kaçıyordu. Fakat bir sabah Berlin sokaklarında askerler belirdi, dikenli teller gerildi, beton bloklar yükselmeye başladı. Beton yükseldikçe insanlık alçaldı. Bir gecede kardeş kardeşten, eş eşten, anne evlattan koparıldı. Duvarın gölgesinde büyüyen çocuklar, özgürlüğü sadece radyodan işitti; umut, sınırın öte tarafında bir hayale dönüştü.
Berlin Duvarı, “Demir Perde”nin en somut, en acımasız yüzüydü. Fakat aslında daha derin bir hakikati temsil ediyordu: İnsan bazen en ağır zincirleri kendisi üretir. Oysa insan, yeryüzünde akıl, irade ve vicdan sahibi tek varlık olarak yaratılmıştır. Bu, Allah’ın ona verdiği en büyük şeref ve en temel hürriyettir. Fakat insan çoğu zaman kendi elleriyle kendini tutsak eder; kimi taşla, kimi ideolojiyle, kimi korkuyla. Berlin Duvarı yalnızca siyasi bir engel değil, insanın kendi iç dünyasında ördüğü duvarların sembolüydü.
1989’da o duvar yıkıldığında, sadece betonlar devrilmedi. İnsanlar çekiçlerle duvara vururken aslında korkularını, umutsuzluklarını ve esaretlerini parçalıyorlardı. Çünkü özgürlük, hiçbir ideolojinin tekelinde değildi; doğuştan gelen bir haktı. Berlin’de yaşanan o büyük coşku, tarihin en sessiz ama en güçlü haykırışlarından biriydi:
“İnsan duvarsız yaşamak ister.”
Fakat mesele yalnızca Berlin değildi. Berlin Duvarı bir coğrafya değil, bir zihniyetti. Bu zihniyet, dünyanın başka yerlerine de sirayet etti; kimi yerde ideoloji oldu, kimi yerde ırkçılık, kimi yerde otoriterlik… Ve her defasında insanın ruhuna pranga vurdu.
Tarihe dikkatle baktığımızda, gerçek özgürlüğün yalnızca siyasi sistemlerde değil, insanın fıtratına hitap eden medeniyetlerde bulunduğunu görürüz. Bu noktada İslamiyet, sadece bir inanç sistemi değil, insanın onuruna dayalı bir özgürlük medeniyetidir.
Kur’ân, “Biz insanoğlunu şerefli kıldık…” (İsrâ 70) buyurarak insanın değerini ilan eder. “İnsanlar tarağın dişleri gibi eşittir.” ifadesi sınıf, ırk ve soy üstünlüğünü reddeder.
Medine Sözleşmesi ise farklı inanç ve grupları aynı toplumda özgürce yaşatabilen tarihteki ilk çoğulcu toplumsal sözleşmedir.
İslam zorla dayatılan bir din değil, ikna ile gelen bir huzurdur.
İslam sınırsız özgürlük değil, insanı insan yapan ölçülü özgürlüktür.
İslam sadece dış baskılardan değil, insanı nefsin, arzunun, ideolojilerin ve sahte ilahların esaretinden de kurtarır.
Bu yüzden İslam, sadece Müslümanların değil, bütün insanlığın fıtratına hitap eden evrensel bir hürriyet dinidir.
Bugün Berlin Duvarı’ndan geriye yalnızca birkaç parça kaldı. Turistler önünde fotoğraf çektiriyor, grafitilerle süslenmiş duvarlar bir “hatıra” gibi duruyor. Peki ya asıl duvar? Gerçekten yıkıldı mı?
Modern çağda duvarlar artık betonla değil;
Algoritmalarla,
Ekranlarla,
Önyargılarla,
Kimlik siyasetleriyle,
Tüketim kültürüyle örülüyor.
İnsan dijital yankı odalarında yalnızlaşıyor. Aynı şehirde yan yana yaşayan milyonlarca insan, birbirine dokunmadan yaşıyor. Berlin Duvarı yıkıldı ama kalpler arasındaki duvarlar hala dimdik ayakta.
Berlin Duvarı bize büyük bir hakikat öğretti:
Topraklar birleşse bile, zihinler ve kalpler birleşmiyorsa özgürlük kalıcı olamaz.
Bugün insanlığın en büyük görevi, görünmeyen bariyerleri yıkmaktır. Vicdanıyla bağ kuramayan insan, kendi içinde mahkûmdur. Hakikatten uzaklaşan insan, ideolojilerin oyuncağı olur. İşte tam bu noktada İslam’ın sunduğu özgürlük yeniden anlam kazanır. Çünkü İslam, insanı sadece devlet otoritesinden değil; benliğin, arzuların, korkuların ve putlaştırılmış sistemlerin esaretinden kurtarır.
Gerçek özgürlük, duvarların yıkılması değil, kalplerin açılmasıyla başlar.