Medeniyetimizin manevi hafızasında en güçlü imtihanın ağırlığı hikâyelerinden biri, hiç şüphesiz Hazreti Yusuf’un hikâyesidir. O, bir sabah kendini kıskanç kardeşlerinin ellerinde, dipsiz bir kuyunun soğuk ve nemli karanlığında buldu.
O kuyu, yalnızca bir coğrafi nokta değil; insanın iç dünyasında yaşadığı en karanlık anların sembolüdür. Kırılmanın, ihanete uğramanın, yalnız kalmanın, "neden ben?" diye sormanın ortak adı o kuyu olmuştur.
O kuyu, sadece Yusuf’a değil, her insana aittir aslında. Zaman zaman hepimiz o karanlığın içinden geçeriz; bir hastalık, bir kayıp, bir hayal kırıklığı, bir başarısızlık…
Her biri, ruhun kendi kuyusudur. Yusuf’un düştüğü o kuyu, bugün modern insanın içinde yaşadığı boşluk, anlam kaybı ve ruhsal yorgunluğun mecazı hâline gelmiştir.
Kuyunun İki Sesi ve Ruhun Üç Direği
O kuyunun dibinde, Yusuf’un elinde sadece iki şey kalmıştı: Akıl ve Kalp.
Aklın sesi mantıklıydı ama umutsuzdu: "Buradan çıkış yok. Kurtuluş imkânsız. Gücüm yetmez." Çünkü akıl, verilerle konuşur; görünmeyeni hesaplayamaz. Kalp ise bambaşka bir dilden konuşuyordu: "Bana bunu nasıl yaparlar? Ben bunu hak etmedim." Kalp, geçmişteki kırıkları yeniden kanatır; acıyı hisseder ama yön bulamaz.
İşte insanın iç dünyasında her kriz anında yaşadığı çatışma budur. Biri fazla hesap yapar, diğeri fazla hisseder. Biri "soğukkanlı ol" der, diğeri "artık dayanamayacağım" diye feryat eder. Biri "mantıkla düşün" derken, diğeri "yüreğini dinle" der.
Modern insanın trajedisi de burada başlar: Teknolojisi gelişmiş, bilgisi artmış, ama gönlü daralmıştır. Sürekli analiz eder ama hissedemez; ya da hisseder ama yön bulamaz. Bir yanda aklın matematiği, diğer yanda kalbin fırtınası...
İkisi de kendi hakikatinde doğrudur, ama biri diğerini bastırdığında insan içsel dengesini kaybeder. Oysa Yusuf’u kuyudan Mısır’a, kölelikten iktidara taşıyan şey; ne sadece aklın planıydı, ne de kalbin isyanı. Onu kurtaran, bu iki gücü aşan ruhun teslimiyetiydi. Gerçek diriliş, bu üçlünün akıl, kalp ve ruhun bilinçli iş birliğiyle başlar.
Tevekkül: Aklın Matematiğini Aşan Sükûnet
Yusuf, kuyunun dibinde, dış dünyanın kontrolünü tamamen kaybettiği anda iç dünyasına döndü. O noktada isyan etmedi, hikmeti aradı. "Bu bana niçin oldu?" yerine "Bu bana ne öğretiyor?" sorusunu sordu. İşte insanın dönüşümü de burada başlar: Acıyı inkâr etmek değil, anlamını aramakla. Ruhun bu aşamadaki kılavuzu ise Tevekküldür.
Tevekkül, pasif bir bekleyiş değildir; aktif bir teslimiyettir. Yani insan, elinden geleni yaptıktan sonra sonucu Allah’a havale eder. "Ben görevimi yaptım, gerisini Rabbime bırakıyorum" diyebilmek; aklın ısrarını, kalbin korkusunu yatıştırır.
Bugün modern insan, her şeyi kontrol etme arzusu yüzünden yorgundur. Hayatını planlar, takvimini doldurur, her ihtimali hesaplar; ama bir virüs, bir kriz, bir ayrılık tüm planları bir anda dağıtabilir. İşte o anda tevekkül, aklın matematiğini aşan bir sükûnet verir.
Yusuf, kuyuda beklerken mucize hemen olmadı; ama dua etti. Dua, dış dünyayı değiştirmeden önce iç dünyayı sakinleştirdi. Tevekkül, insanın elini değil, kalbini serbest bırakır: "Ben O’na emanetim" diyebilmek, ruhun güvenceye alınmasıdır.
Şefkat ve Şükür: Kalbin Aynasını Temizlemek
Kalp, insanda hem en yumuşak hem en kırılgan noktadır; bir anlık sevgiyle genişler, bir sözle daralır. Bu yüzden kalp, kendi başına bırakıldığında öfke, suçluluk, kıskançlık ve pişmanlıkla kirlenir.
İmam-ı Gazâlî bu durumu şöyle ifade eder: "Kalp, akıl ve duygular arasında sıkışmış bir ayna gibidir. Onu kin, öfke ve şikâyetle kirletirsen, Hakikat’in sureti onda tecelli etmez."
Kalbi temiz tutmak, hayatın en zor ama en asil mücadelesidir. İyileşmenin yolu ise şefkat ve şükürdür. Kendimize şefkat göstermek, acıyı bastırmak değil; onu anlamaktır. Bir annenin yaralı çocuğuna baktığı gibi, "Benim de canım yanıyor ama geçecek" diyebilmektir. Şükür ise kalbi zenginleştirir. Bir bardak suya, sabahın serinliğine, bir tebessüme şükretmek; kalbin yoksulluk bilincini zenginlik bilincine dönüştürür.
Gazâlî der ki: "Kalp paslandıkça hakikat gizlenir." Bu pası silmek için affetmek, sabretmek ve şükretmek gerekir. Affetmek, geçmişin yükünü bırakmaktır; sabır, geleceğe güvenmektir; şükür ise bugünün farkına varmaktır.
Zikir ve Odaklanma: Zihnin Terbiyesi
Zihnimiz, imtihan anlarında en gürültülü yerdir. Geçmişteki hataları tekrar tekrar düşünür, geleceğin korkularını büyütür. Bu yüzden akıl, terbiyeye muhtaçtır. Zikir, bu terbiyenin en sade ama en derin yöntemidir. Zikir, sadece dilin tekrarı değil; zihnin hizaya gelmesidir. Bir ismi, bir ayeti veya bir nefesin ritmini tekrarlamak, aklı "şimdi ve burada"ya sabitler. Bugün psikoloji buna "farkındalık" diyor; bizim geleneğimizde bu hâl "huşu" olarak bilinir. Zikir, aklı susturur, kalbi sakinleştirir, ruhu canlandırır. Böylece insan, kaygının ve karmaşanın ötesine geçer.
İmtihanın Gerçek Anlamı ve Çağrı
Hayatın imtihanları bazen kayıplarla, bazen hastalıklarla, bazen de yalnızlıkla gelir. Ama hiçbir imtihan, cezalandırmak için değil; olgunlaştırmak için vardır. Bir mücevher, ancak ateşte parlatılır. İnsan da öyledir.
İmam-ı Gazâlî şöyle der: “İmtihan, insanın içindeki aynayı temizler. O aynada ne kadar pas varsa, Hakikat o kadar uzak görünür.” Bu, imtihanın özüdür: Ruhun yeniden doğuş süreci. Yusuf’un kuyusu bir bitiş değil, yeni bir başlangıçtı. Bizim kırıldığımız yerler de çoğu zaman yeni yönlerin doğduğu yerlerdir.
Osman Nuri Topbaş Hoca ise bu hakikati kalbin terbiyesi açısından şöyle özetler: “Cenâb-ı Hak kulunu dertlerle, kayıplarla, beklenmedik imtihanlarla arındırır. Çünkü her acı, kalpteki dünyevî tortuları temizleyen bir ilahî ciladır. İnsanın olgunlaşması; musibetlerin, sabrın ve tevekkülün içinde gizlidir. Akıl, bu hikmeti fark ettiğinde susar; kalp ise sükûnet bulur.”
Osman Nuri Topbaş Topbaş Hoca’nın bu sözleri bize hatırlatır: İmtihan, sadece dayanıklılığımızı ölçen bir süreç değildir; kalbin saflaşma laboratuvarıdır. Eğer insan o acı anlarda isyana değil, hikmete yönelirse, o zaman en ağır yük bile rahmete dönüşür.
İmtihanın Ağırlığını Hafifletmek
Bugün hepimiz, bir şekilde kendi kuyumuzdayız. Kimi yalnızlığın, kimi başarısızlığın, kimi kaybın kuyusunda... Ama o kuyu, bizi yutmak için değil; dönüştürmek için oradadır. Bu yüzden: Aklınızı susturmayın ama onunla sınırlı da kalmayın. Kalbinizi dinleyin ama duyguların sizi kör etmesine izin vermeyin. Ruhunuzun sesini duyun; çünkü o ses, sizi yeniden doğrultacak olan ilahî çağrıdır.
Unutmayın; Yusuf’u kuyudan çıkaran kardeşlerinin pişmanlığı değil, Allah’ın takdiriydi. Biz de kendi karanlığımızdan ancak o teslimiyetle yükselebiliriz. İmtihanın ağırlığını sadece aklınızla taşımaya çalışmayın. Kalbinizin şefkatiyle hafifletin ve ruhunuzun rehberliğine bırakın. Kökleriniz derine indikçe, hayatın fırtınaları sizi deviremeyecektir. Çünkü akıl yol gösterir, kalp ısıtır, ruh ise anlam verir.
Ve ancak bu üçü bir araya geldiğinde, insan gerçekten bütün olur. İmtihanın en ağır anında bile, içinizden sessiz bir dua yükselir: "Rabbim, bana sabrı Yusuf’un sabrı gibi, gönlü Mevlânâ’nın gönlü gibi, teslimiyeti İbrahim’in teslimiyeti gibi nasip et…”
Yusuf şöyle seslendi;
Ey gâib olmayan şâhid! Ey uzak olmayan yakın! Ey mağlûb olmayan gâlip! Şu içinde bulunduğum durumdan kurtulup çıkmamı nasip eyle!"
Ve o dua, kuyunun içinden gökyüzüne yükselir. Belki hemen değil, ama bir gün o dua yankılanır: “Kalk, artık kuyudan çıkma vaktin geldi.”