Düşüncenin Sınırlarında Bir Pusula
İnsan, varoluşun en karmaşık bilmecesidir. İki ayaklı, düşünen ve hisseden bu garip yaratık, yeryüzüne atıldığından beri sürekli bir arayış içindedir. Nereye ait olduğunu, neden var olduğunu ve en önemlisi, kalbinin kıblesinin neresi olduğunu bilmek ister.
Batı felsefesi, bu arayışta bize aklın meşalesini uzattı. Platon’un “İdealar Dünyası”nda, gerçekliğin gölgelerden ibaret olmadığını fısıldadı. Aristo, her şeyin bir "ilk hareket ettirici"ye doğru yöneldiğini söyleyerek, evrenin tesadüfî olmadığını gösterdi. Daha yakın zamanlarda, varoluşçular “Varoluş özden önce gelir” diyerek, insanın önce dünyaya atıldığını, sonra kendini tanımladığını haykırdılar. Bütün bu entelektüel çaba, aslında tek bir yere çıkıyordu: İnsan, bir yön arar. Düşünce, mantık ve bilim, bize yolun taşlarını döşer; fakat varlığımızın en derinindeki o duygusal ve manevi boşluğu ne doldurabilir?
İşte tam bu noktada, modern insanın dramı başlar. Aklı, evrenin enginliğini ölçebilir, bilimin ışığıyla atomu parçalayabilir; ama ne yazık ki kendi kalbinin pusulasını kaybetmiştir. Kalp, artık Kâbe'ye, hakikate değil; geçici hazlara, maddiyata, şöhrete, yani gölge kıblelere yönelmiştir. Her köşe yazısı, her sosyal medya akışı, bize "başarılı" olmanın, "tüketmenin" ve "görünür" olmanın bir kıble olduğunu fısıldar. Ve biz, bu aldatıcı kıbleye her yönelişimizde, içimizdeki o derin huzursuzluğun, o ontolojik yalnızlığın sesini daha da yükseltiriz.
Peki, kalbinin kıblesini şaşıran bir insan, nasıl bir hayat yaşar? Batılı düşünürlerin tabiriyle, sürekli bir anlamsızlık (absürd) ve kaygı (Angst) içindedir. Evi vardır ama yuvası yoktur. Dostu vardır ama yareni yoktur. Kalabalık içindedir ama tek başına ölmektedir. Çünkü kıblesi kayıp olanın, yönü kayıp olur; yönü kayıp olanın ise varoluş gayesi.
Bu felsefi arayış, bizi binlerce yıl önce söylenmiş, kalbimizin derinliklerine işleyen o hikmetli söze götürür.
İslam Büyüklerinden Hikmet ve Gönlün Mührü
İslam büyükleri, Batı felsefesinin asırlar sonra ulaştığı yere, yani kalbin merkezî konumuna, daha en baştan işaret etmişlerdir. Onlar için kalp, sadece bir organ değil, **"Nazar-gâh-ı İlahî"**dir, yani Allah'ın baktığı yerdir.
Hadis-i Şerif'te buyrulduğu gibi: “Dikkat edin! Vücutta öyle bir et parçası vardır ki, o iyi olursa bütün vücut iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur. Dikkat edin! O, kalptir.” İşte bu, kalbin sadece bir duygu merkezi değil, eylemlerimizin ve ahlakımızın pusulası olduğunun en açık ilanıdır.
Mevlânâ Celaleddin Rûmî, bu kıble meselesini öylesine derinlemesine işlemiştir ki, sözleri asırlar sonra dahi vicdanımızı sızlatır: "Kâbe, Azer’in oğlu Halil İbrahim’in yaptığı binadır. Kalp ise, yüce Allah’ın nazargâhıdır. Bu sebeple bir gönül yıkmak, bin Kâbe yıkmaktan daha kötüdür." Bu nasihat, kalbin kıblesini iki temel direk üzerine oturtur: Tevhid (birlemek) ve Muhabbet (sevgi).
Ancak, bu kıbleye giden yolu kapatan en büyük engel nedir? İşte burada, günümüz mürşitlerinden Osman Nuri Topbaş Hocaefendi'nin uyarıları kalbimizin mührünü bize gösterir: Kibir.
Topbaş Hocaefendi, kalbin en büyük viraneliğinin, yani kıbleden sapmasının ana sebebinin kibir olduğunu vurgular: “Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.”
Kibir, insanın kendini Bir olana eş tutma hastalığıdır. Kıbleye yöneldiğini zannederken, aslında kendi "ben" putuna tapmaktır. Eğer kalp kıbleye dönecekse, önce kibir denen o fareyi kovmalıdır. Çünkü Topbaş'ın ifade ettiği gibi: "Gurur ve kibirle Hak yolculuğu mümkün değildir! Zira kibir ve gurur, Cenâb-ı Hakk'ın Kibriyâ sıfatına ortak olmaya kalkışmaktır."
Kalbin kıblesini bulmak, bu nefsani arınmayı gerektirir. Kalbin Kalb-i Selim (temiz kalp) olması için, dünya sevgisinin, enaniyetin ve bencilliğin kirinden temizlenmesi şarttır. Aksi halde, ne kadar çok ibadet edersek edelim, içimizdeki o gizli şirk, yönümüzü şaşırmaya devam edecektir. Kalb-i Selim, Kur'an'ın ifadesiyle, o büyük günde malın ve evladın fayda etmeyeceği zamanda, sadece O'na yönelmenin yegâne kurtuluş şartıdır.
Kalbin Kıblesi ve İhtiyar Bir Yâr-i Vefa'nın Hikayesi
Bu derin hakikatleri anlatan, küçük, ama yüreği dağlayan bir hikaye vardır.
Anadolu'nun ücra bir köyünde, gözleri artık çok az gören, seksenlik bir nine yaşardı. Adı Emine'ydi. Kocası on yıl önce Hakk'a yürümüştü. Emine Nine, köyün en eski camisinin kıble duvarına yakın bir yerdeki tek odalı evinde yaşamaktaydı.
Bir gün, İstanbul'dan gelen torunu Mehmet, ninesini ziyaret etti. Evin tavanından rutubet sızdığını, duvarların yıprandığını gördü. Ninesi, her gün namazlarını kıldığı seccadesini, tam olarak doğru kıbleye çevirmekte zorlanıyordu. Gözleri eskisi gibi seçemediği için, her seferinde duvarın rengine bakarak tahminde bulunuyordu.
Mehmet, ninesine iyi bir şey yapmak istedi. Ertesi gün, bir boyacı çağırdı ve kıble duvarını tamir ettirip boyattı. Sonra da, ninesinin seccadesini koyduğu yere, tam kıble istikametine küçük, parlak, altın renginde bir yıldız motifini özenle çizdirdi. "Nineciğim," dedi, "Artık gözün yorulmasın. Bu yıldız, senin kalbinin kıblesini her zaman gösterir."
Emine Nine gülümsedi, ellerini Mehmet'in omuzlarına koydu: "Evlat, ne güzel düşünmüşsün. Allah razı olsun," dedi. Sonra gözlerindeki derin hüzünle devam etti: "Fakat şunu bil ki, benim kalbimin kıblesi, bu duvar değil. Bu duvar, sadece bir işaret. Benim asıl kıblem, senin baban, yani benim oğlum vefat ettiğinde, komşumuz Ayşe'nin kalbi kırıktı. Ona kimse bakmadı, ben baktım. Benim kıblem, rahmetli kocan bana en ağır sözü söylediğinde bile ona tebessümle karşılık verdiğim o anda kalbimi affa yönlendirmemdir. Benim kıblem, köyün yetimlerine verdiğim bir tas çorbadır. Benim kıblem, rahmetli kocanın ardından kalbimi Rabb'ime yönlendirdiğim o teslimiyet anıdır."
Bir an durdu ve yaşlı gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Seccadesine doğru yürüdü, fakat yıldız motifine sırtını döndü. Yüzünü pencereden görünen dağlara çevirip mırıldandı: "Kıble, göze görünen bir yön değil, gönlün sabitlediği bir niyettir evlat. Duvara bakınca aklıma gelen değil, duaya durunca kalbimden söküp attığımdır."
İşte o an, Mehmet, Batı felsefesinin varoluş gayesi dediği şeyin, İslam büyüklerinin muhabbet ve teslimiyet dediği yolda olduğunu anladı. Kalbin kıblesi, sadece coğrafi bir koordinat değil; bir yaşam biçimidir.
Ey okuyucu, gel bugün dur ve elini göğsünün üzerine koy. Kalbin hangi yöne doğru atıyor? Hangi hırsların peşinde koşuyor, hangi gölgelere secde ediyor?
Batı'nın bilge aklı ve Doğu'nun arif kalbi aynı hakikati fısıldıyor: "Kalbinin kıblesini düzelt ki, hayatının yönü de düzelsin." Zira Osman Nuri Topbaş'ın da dediği gibi, gaflet içinde boğulan ve kibirle viran olan bir kalbe, cennet kapıları kapalıdır. Kıblesi şaşan bir kalp, ne dünyada huzur bulur, ne de ahirette kurtuluş. O yıldızı, o pusulayı, gönlümüzün en derin yerine çizelim ve yeryüzündeki her adımımızı, Kalb-i Selim olma gayesiyle, ona doğru atalım.
Unutmayalım: "Biz, o kalbimizi nereye koyarsak, kıblemiz orasıdır."