MEHMET SÖNERCAN
Köşe Yazarı
MEHMET SÖNERCAN
 

Zamanın Kalbi ve Anın Hikmeti: Dijital Çağda İbn Arabî'nin 'Müşahede' Pusulası

Modern insan, zamanı yönettiğini zanneden ama aslında zamanın esiri hâline gelen bir varlığa dönüştü. Takvimler, hatırlatmalar, alarmlar, bildirimler… Her şey “zamanı yönetmek” iddiasıyla kurulmuş bir düzen gibi görünse de, gerçekte zaman bizden hızla kaçıyor. Gün bitmeden “vakit nereye gitti” diye soran, geceleri yorgun ama tatminsiz uyuyan, hafta sonlarını bile planlayarak tüketen bir nesil olduk. Artık zamanı yaşamak yerine, zamanı “kaydediyoruz.” Fotoğraflıyoruz, paylaşıyoruz, hatıra yapıyoruz ama onun içinden geçemiyoruz. Zamanla olan bu kopuş, insanın kalbinde büyük bir boşluk ve anlam yitimine yol açıyor. Çünkü kalp, yalnızca yaşanan “an”la beslenir; geçmişin pişmanlığı ve geleceğin telaşı arasında sıkıştığında ise kurur. Çağımızn en tehlikeli yanı, zamanı parçalara ayırmasıdır. Sürekli “kaydırılan” (scroll) ekranlar, hayatı bir bütün olmaktan çıkarıp, anlamsız mikro parçalara böler. Bir bakıma, ruhumuz da ekran gibi durmadan yenilenir, ama hiçbir şeyde durmaz. Bu sürekli akış, kalpte sessiz bir gürültü bırakır. İnsan, o gürültüde hem kendini hem de Rabbini duyamaz hâle gelir. Bu boşluk bir şekilde doldurulmak ister. İşte tam da bu noktada, anlamdan yoksun ama parıltılı görünen ithal alışkanlıklar devreye girer. Batı’dan hızla ithal edilen ve özellikle gençleri içine çeken Cadılar Bayramı (Halloween), bu manevi boşluğun tipik bir göstergesidir. Kökü, hikmeti, kültürel derinliği olmayan bu kutlamalar, aslında birer “tüketim ritüeli”dir. Maskeler, kostümler, renkli ışıklar… Ama hepsi ruhsuz bir eğlenceye hizmet eder. Oysa kalp, eğlenceyle değil hikmetle doyar. İnsan, içsel bir susuzluğu şekerle gideremez. Çünkü kalp, fânî değil bâkî olana yönelmek ister. Bu tür ithal ritüellerin gösterdiği asıl şey, bizim kendi “Anın Hikmeti” geleneğimizden ne kadar uzaklaştığımızdır. İbn Arabî’den Vakit ve Müşahede İlkesi Kalp, ancak “vakit” kavramını yeniden idrak ettiğinde huzur bulabilir. İbn Arabî, “vakit” kelimesine öyle bir derinlik kazandırır ki, onun için vakit sadece saatlerin, günlerin akışı değildir. Vakit, “Yenilenen Yaratılışın” (Tecdid-i Halk) her nefeste tecelli ettiği ilahî bir sahnedir. Ona göre hiçbir an, bir öncekinin aynısı değildir. Çünkü Allah, her an yeni bir isim ve sıfatla tecelli eder. Her “şimdi”, bir öncekinden farklıdır. Bu yüzden, “an” yalnızca bir zaman dilimi değil, varoluşun kalbidir. Bu sırrı fark etmek, ancak “müşahede” bilinciyle mümkündür. Müşahede, sadece bir olaya tanık olmak değil; o anın içinde Hakk’ın nasıl tecelli ettiğini kalp gözüyle görmektir. Yani her olayı, her hâli, her kişiyi, Allah’ın bir isminin aynası olarak seyretmektir. Modern hayatın karmaşasında bu müşahade bilincini nasıl koruyabiliriz? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, sohbetlerinde sık sık bu meseleyi işler. O, kalbin bu farkındalık hâlini diri tutmanın yolunu tefekkür ve murakabe olarak açıklar. Eski dervişler, bir nehir kenarına oturduklarında yalnız suyu değil, sudan yankılanan “Kün” (Ol!) emrini duyar gibi olurlardı. Çünkü o suyun akışı, her an yeniden yaratılan âlemin bir parıltısıydı. Bir dervişin nazarında vakit, boşluk değil; sürekli bir zikir ve tecelli hâlidir. Bir bardak su içerken bile o suyun İlâhî bir ismin (örneğin “Rezzâk”) tecellisiyle geldiğini fark ederlerdi. O “şimdi” anı, bir ibadete dönüşürdü. Bizim ise sosyal medyada kaybolan saatlerimiz, hiçbir bereket bırakmayan yorgun anlarla dolu. Dervişin bir dakikasında derin bir tecelli yaşanırken, biz bir saatimizi “bildirim” peşinde kaybediyoruz. Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, kalbin bu ince duyarlılığını koruyabilmek için, günah ve gafletin tortusundan temizlenmesi gerektiğini söyler. Çünkü kirli bir kalp, müşâhede aynası olamaz. Kalp ne kadar saflaşırsa, vakti o kadar berrak görür. Zihinsel Oruç ve Kâtip Geleneği Kalbimizin müşâhede yeteneğini artırmak istiyorsak, önce zihnimizin gürültüsünü kısmalıyız. Bugün beynimiz, sürekli akan verilerle, haberlerle, bildirimlerle, reklâmlarla dolu. Zihin artık bir veri çöplüğüne dönüştü. İşte bu yüzden, bir tür zihinsel oruca ihtiyacımız var. Tıpkı eski kâtiplerin, yazıya başlamadan önce mürekkebi karıştırıp bir süre sessizce beklemeleri gibi, biz de kalemimizi (ya da parmağımızı) harekete geçirmeden önce susmayı öğrenmeliyiz. Eskiden kâtipler, yazılarına besmeleyle başlar, her harfi bir ibadet gibi işlerlerdi. Onlar için yazmak, sadece üretmek değil, bir tefekkür biçimiydi. Bizim bugünkü “scroll” hareketimiz, onların “besmele”sinin tam zıddı: düşünmeden, hızla, anlamsızca… Zihinsel oruç, sadece bilgi akışını kesmek değildir; kalbin sesini yeniden duymayı öğrenmektir. Çünkü hakikat, gürültüde değil, sessizlikte yankılanır. Bu sessizlik, modern insanın unuttuğu en büyük ibadettir. Belki de Cadılar Bayramı gibi içi boş eğlencelere karşı, bizim ruhumuzun ihtiyacı tam olarak budur: Anlamlı bir oruç. Anlamın Yolculuğu: An’dan Ezel’e Bir Davet Her an, aslında bize bir soru sorar: “Benim içinde hangi ismin tecellisini görüyorsun?” Bu soruyu duymak için kalbin açık olması gerekir. Çünkü her vakit, bir sır taşır. İbn Arabî, bu gerçeği “vakit senin sahibindir, sen vaktin sahibi değilsin” diyerek anlatır. Yani insan, zamanı yönetemez; sadece o anın emanetini hakkıyla yaşayabilir. Bu anlayış, Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde bahsettiği içsel sorumlulukla da örtüşür. Frankl, insanın anlamı “bulmadığını,” onu yarattığını söyler. İbn Arabî ise bunu daha derin bir yere taşır: Anlam, insanın çabasıyla değil, kalbin müşâhedesiyle doğar. Çünkü kalp, Hakk’ın aynasıdır. O aynayı temiz tutabilirsek, her an bir hikmet pınarı hâline gelir. Bugün yaşadığımız kaosun içinde kaybolmuş gibi hissediyorsak, belki de pusulamızı yanlış yerde arıyoruz. Ekranlarda değil, kalbimizin kıblesinde saklı o yönü bulmalıyız. Modern çağın “anı yakala” sloganı, yüzeysel bir hız çağrısıdır. Oysa hakiki “anı yaşamak,” o anın Allah katındaki hikmetini sezmekle mümkündür. Bir nefes bile, fark edildiğinde sonsuz bir anlam taşır. Şayet o anı kalple görürsek, sıradan bir sabahın güneşi bile bize tecellinin ışığı olur. Bir çocuğun gülüşü, bir yaşlının duası, bir dostun selamı… hepsi İlâhî hikmetin seslenişidir. Ve işte o zaman, zamanın kalbi bizimle atmaya başlar. Kalbin Pusulası Zamanı kaybetmek, aslında kalbi kaybetmektir. Çünkü zamanın hakikati kalpte yaşanır. İbn Arabî’nin “müşâhede pusulası,” bize yeniden yönümüzü hatırlatıyor: An, sıradan değil; ilâhî bir davettir. O anın içine girebilirsek, artık geçmişin pişmanlığı da, geleceğin korkusu da kalmaz. Bugünün insanı için en büyük devrim, şimdi ve burada olmayı öğrenmektir. Zamanın kalbine dokunmak, ekrandan değil, kalpten bakmakla mümkündür. Biraz sessizlik, biraz tefekkür, biraz da şükür… Ve o zaman göreceğiz: her an, bir hikmet taşır. Kalbinizle bakın  o anın hikmeti size kapıyı açacaktır.
Ekleme Tarihi: 10 Kasım 2025 -Pazartesi

Zamanın Kalbi ve Anın Hikmeti: Dijital Çağda İbn Arabî'nin 'Müşahede' Pusulası

Modern insan, zamanı yönettiğini zanneden ama aslında zamanın esiri hâline gelen bir varlığa dönüştü. Takvimler, hatırlatmalar, alarmlar, bildirimler… Her şey “zamanı yönetmek” iddiasıyla kurulmuş bir düzen gibi görünse de, gerçekte zaman bizden hızla kaçıyor. Gün bitmeden “vakit nereye gitti” diye soran, geceleri yorgun ama tatminsiz uyuyan, hafta sonlarını bile planlayarak tüketen bir nesil olduk.

Artık zamanı yaşamak yerine, zamanı “kaydediyoruz.” Fotoğraflıyoruz, paylaşıyoruz, hatıra yapıyoruz ama onun içinden geçemiyoruz. Zamanla olan bu kopuş, insanın kalbinde büyük bir boşluk ve anlam yitimine yol açıyor. Çünkü kalp, yalnızca yaşanan “an”la beslenir; geçmişin pişmanlığı ve geleceğin telaşı arasında sıkıştığında ise kurur.

Çağımızn en tehlikeli yanı, zamanı parçalara ayırmasıdır. Sürekli “kaydırılan” (scroll) ekranlar, hayatı bir bütün olmaktan çıkarıp, anlamsız mikro parçalara böler. Bir bakıma, ruhumuz da ekran gibi durmadan yenilenir, ama hiçbir şeyde durmaz. Bu sürekli akış, kalpte sessiz bir gürültü bırakır. İnsan, o gürültüde hem kendini hem de Rabbini duyamaz hâle gelir.

Bu boşluk bir şekilde doldurulmak ister. İşte tam da bu noktada, anlamdan yoksun ama parıltılı görünen ithal alışkanlıklar devreye girer. Batı’dan hızla ithal edilen ve özellikle gençleri içine çeken Cadılar Bayramı (Halloween), bu manevi boşluğun tipik bir göstergesidir. Kökü, hikmeti, kültürel derinliği olmayan bu kutlamalar, aslında birer “tüketim ritüeli”dir. Maskeler, kostümler, renkli ışıklar… Ama hepsi ruhsuz bir eğlenceye hizmet eder.
Oysa kalp, eğlenceyle değil hikmetle doyar. İnsan, içsel bir susuzluğu şekerle gideremez. Çünkü kalp, fânî değil bâkî olana yönelmek ister. Bu tür ithal ritüellerin gösterdiği asıl şey, bizim kendi “Anın Hikmeti” geleneğimizden ne kadar uzaklaştığımızdır.

İbn Arabî’den Vakit ve Müşahede İlkesi

Kalp, ancak “vakit” kavramını yeniden idrak ettiğinde huzur bulabilir. İbn Arabî, “vakit” kelimesine öyle bir derinlik kazandırır ki, onun için vakit sadece saatlerin, günlerin akışı değildir. Vakit, “Yenilenen Yaratılışın” (Tecdid-i Halk) her nefeste tecelli ettiği ilahî bir sahnedir.

Ona göre hiçbir an, bir öncekinin aynısı değildir. Çünkü Allah, her an yeni bir isim ve sıfatla tecelli eder. Her “şimdi”, bir öncekinden farklıdır. Bu yüzden, “an” yalnızca bir zaman dilimi değil, varoluşun kalbidir.

Bu sırrı fark etmek, ancak “müşahede” bilinciyle mümkündür. Müşahede, sadece bir olaya tanık olmak değil; o anın içinde Hakk’ın nasıl tecelli ettiğini kalp gözüyle görmektir. Yani her olayı, her hâli, her kişiyi, Allah’ın bir isminin aynası olarak seyretmektir.

Modern hayatın karmaşasında bu müşahade bilincini nasıl koruyabiliriz?

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, sohbetlerinde sık sık bu meseleyi işler. O, kalbin bu farkındalık hâlini diri tutmanın yolunu tefekkür ve murakabe olarak açıklar. Eski dervişler, bir nehir kenarına oturduklarında yalnız suyu değil, sudan yankılanan “Kün” (Ol!) emrini duyar gibi olurlardı. Çünkü o suyun akışı, her an yeniden yaratılan âlemin bir parıltısıydı.

Bir dervişin nazarında vakit, boşluk değil; sürekli bir zikir ve tecelli hâlidir.
Bir bardak su içerken bile o suyun İlâhî bir ismin (örneğin “Rezzâk”) tecellisiyle geldiğini fark ederlerdi. O “şimdi” anı, bir ibadete dönüşürdü.
Bizim ise sosyal medyada kaybolan saatlerimiz, hiçbir bereket bırakmayan yorgun anlarla dolu. Dervişin bir dakikasında derin bir tecelli yaşanırken, biz bir saatimizi “bildirim” peşinde kaybediyoruz.

Osman Nuri Topbaş Hocaefendi, kalbin bu ince duyarlılığını koruyabilmek için, günah ve gafletin tortusundan temizlenmesi gerektiğini söyler. Çünkü kirli bir kalp, müşâhede aynası olamaz. Kalp ne kadar saflaşırsa, vakti o kadar berrak görür.

Zihinsel Oruç ve Kâtip Geleneği

Kalbimizin müşâhede yeteneğini artırmak istiyorsak, önce zihnimizin gürültüsünü kısmalıyız.
Bugün beynimiz, sürekli akan verilerle, haberlerle, bildirimlerle, reklâmlarla dolu. Zihin artık bir veri çöplüğüne dönüştü.

İşte bu yüzden, bir tür zihinsel oruca ihtiyacımız var.

Tıpkı eski kâtiplerin, yazıya başlamadan önce mürekkebi karıştırıp bir süre sessizce beklemeleri gibi, biz de kalemimizi (ya da parmağımızı) harekete geçirmeden önce susmayı öğrenmeliyiz.

Eskiden kâtipler, yazılarına besmeleyle başlar, her harfi bir ibadet gibi işlerlerdi. Onlar için yazmak, sadece üretmek değil, bir tefekkür biçimiydi. Bizim bugünkü “scroll” hareketimiz, onların “besmele”sinin tam zıddı: düşünmeden, hızla, anlamsızca…

Zihinsel oruç, sadece bilgi akışını kesmek değildir; kalbin sesini yeniden duymayı öğrenmektir. Çünkü hakikat, gürültüde değil, sessizlikte yankılanır.

Bu sessizlik, modern insanın unuttuğu en büyük ibadettir.

Belki de Cadılar Bayramı gibi içi boş eğlencelere karşı, bizim ruhumuzun ihtiyacı tam olarak budur: Anlamlı bir oruç.

Anlamın Yolculuğu: An’dan Ezel’e Bir Davet

Her an, aslında bize bir soru sorar:
“Benim içinde hangi ismin tecellisini görüyorsun?”
Bu soruyu duymak için kalbin açık olması gerekir. Çünkü her vakit, bir sır taşır.
İbn Arabî, bu gerçeği “vakit senin sahibindir, sen vaktin sahibi değilsin” diyerek anlatır. Yani insan, zamanı yönetemez; sadece o anın emanetini hakkıyla yaşayabilir.

Bu anlayış, Viktor Frankl’ın “İnsanın Anlam Arayışı” adlı eserinde bahsettiği içsel sorumlulukla da örtüşür. Frankl, insanın anlamı “bulmadığını,” onu yarattığını söyler.

İbn Arabî ise bunu daha derin bir yere taşır:
Anlam, insanın çabasıyla değil, kalbin müşâhedesiyle doğar.
Çünkü kalp, Hakk’ın aynasıdır. O aynayı temiz tutabilirsek, her an bir hikmet pınarı hâline gelir.

Bugün yaşadığımız kaosun içinde kaybolmuş gibi hissediyorsak, belki de pusulamızı yanlış yerde arıyoruz. Ekranlarda değil, kalbimizin kıblesinde saklı o yönü bulmalıyız.
Modern çağın “anı yakala” sloganı, yüzeysel bir hız çağrısıdır. Oysa hakiki “anı yaşamak,” o anın Allah katındaki hikmetini sezmekle mümkündür.
Bir nefes bile, fark edildiğinde sonsuz bir anlam taşır.

Şayet o anı kalple görürsek, sıradan bir sabahın güneşi bile bize tecellinin ışığı olur. Bir çocuğun gülüşü, bir yaşlının duası, bir dostun selamı… hepsi İlâhî hikmetin seslenişidir.
Ve işte o zaman, zamanın kalbi bizimle atmaya başlar.

Kalbin Pusulası

Zamanı kaybetmek, aslında kalbi kaybetmektir. Çünkü zamanın hakikati kalpte yaşanır.
İbn Arabî’nin “müşâhede pusulası,” bize yeniden yönümüzü hatırlatıyor:
An, sıradan değil; ilâhî bir davettir.

O anın içine girebilirsek, artık geçmişin pişmanlığı da, geleceğin korkusu da kalmaz.

Bugünün insanı için en büyük devrim, şimdi ve burada olmayı öğrenmektir.
Zamanın kalbine dokunmak, ekrandan değil, kalpten bakmakla mümkündür.
Biraz sessizlik, biraz tefekkür, biraz da şükür…
Ve o zaman göreceğiz: her an, bir hikmet taşır.
Kalbinizle bakın  o anın hikmeti size kapıyı açacaktır.

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve yankigazetesi.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.